
İzmir’de bir ilahiyat dekanı*** ile görüştüm yıl 2016 idi….
Bana referans sordu. Bir de başka bir ilahiyat profesörünü nasıl tanıdığımı sordu. O hoca ile aram kötüydü. Ama böyle bile olsa aldığım terbiye gereği yanımda olmayan biri hakkında yakışıksız konuşmam olmazdı. Bu yüzden iyi birisi dedim. Cevabım hoşuna gitmedi….
Yeri gelmişken konuyu bir hikaye ile özetleyeyim…
YÜZ YİRMİ DÖRT BİN ŞAHİT
Şeyhin birisi, İkindi namazını kıldırdıktan sonra camideki müritlerine dönmüş ve:
– Hazırlanın, demiş, sultanımız bizi iftara davet etti. Onun ziyafetine gidiyoruz.
Çıkmışlar. Avlunun bir köşesinde, üzeri yamalı bir pir-i fani oturuyormuş.
– Şeyh Osman, demiş adam, benim yemeğimi getir, Öyle git!
“Meczubun birisi herhalde” diye düşünmüş herkes…. “Gariban kiminle konuştuğunu bilmiyor” demişler birbirlerine-.. Şeyh Osman da, “Tamam amca, tamam…” diye geçiştirmiş. Düşünmeden, öylesine söylenen bir söz diye değerlendirmiş.
Müritleri ile Padişahın davetine iştirak etmişler. Hürmet, ikram görmüşler. Padişahın İhsanları ile uğurlanmışlar.
Gece Şeyh Osman bir rüya görmüş. Kıyamet kopmuş, insanlar mahşer meydanında toplanmış. Herkes kendi hesabının derdine düşmüş. Büyük bir kalabalık; yüz yirmi dört bin peygamber Şeyh Osman’ı sıkıştırmaya başlamış. “Şeyh Osman” diyorlarmış,“Padişahın ziyafetine gittin de, niçin bizim bir dostumuzun İhtiyacını görmedin?” ŞeyhOsman’ı sabaha kadar terletmişler.
Şeyh Osman dehşetler İçerisinde uyanmış. Sabah namazından sonra hemen yaşlı adamın yanına gitmiş. Özür dilemiş, af rica etmiş, isteğini sormuş:
– Şeyh Osman, Şeyh Osman! demiş adam. Bir garibanın ihtiyacını görmen için yüz yirmi dört bin peygamberi şahit olarak mı getirmemiz gerek?
Yalan dünya ne yazık ki böyle-imiş. Dosttan vefasızlık, ehl-i kalp olarak gördüklerimizden de gadre uğramak bu hayatın adiyatlarındanmış…
***Şimdi o ilahiyat profesörü Rektör oldu. (2019)
O yüzden kırgınım dostlarım
